Ana Sayfa Annelik El sanatları Haber Magazin Dünya Magazin TR Ressamlar Seramik Tiyatro Yazı Yemekler |
“Ah şu insanlar ne tuhaftırlar? Hayat kazanmak,
hayat kazandırmak için ne garip tecellilerle mücadele
ederler.
Gözlerimizi tahriş ederek burnumuza kadar sokulup
kulaklarımızı pisletecek derecede, ellerindeki eşyayı
satmak için bağıran satıcılarla, sabahleyin saat
sekizi zor bekleyip caddelerde, sokaklarda, pencerelerin
içine doğru, abdesthaneye çıkar gibi garip garip
sedalarla yestehliyen eskici ve sebzevatçı feryatlarına
mı, yoksa köyünden kalkıp pis kıyafetiyle, İstanbul’un
kapısında kimse kendisine ‘Hey ağam nereye gidiyorsun?’
diye
Şehirde artan işsiz serserilerle, bunlara ilave olarak hiç bir lisana benzemeyen Rum, Ermeni, Yahudi lisanlarından doğan ‘tonalite’ lere mi, yoksa bu gayrı mesul ve hilkaten hacir altındaki şehir sokaklarında dolaşan nasırlanmış ruhlarına mı kızıp ‘aman beni kurtarın!’ diyeyim?
Ben hürriyetimi çok severim.
Bunu naçiz sükutunda bulurum.
Resim yaparken, ibadet eder gibi sükuneti beynimin tepesinde, saçlarımın
dibinde hissedemezsem, o zaman bilirim ki bir yanlış işle meşgulüm veya
işgal edilmişimdir. Bu yanlış meşguliyetten kurtulmak için gider, evvela
üç beş kadeh rakı içerim. Eğer bu yanlış meşguliyet daha sürerse,
fitil gibi olur, çatacak, kavga edecek adam ararım.
Herkes aşağı yukarı benim gibidir.
Alemi nizama sokmak, fikrimden geçen şey değilse de, lafın kısası ,
sükutumu resmen severim ve dediğim gibi, ibadet eder gibi resim yapmayı
ister, ruhi istirahatimi ancak bu tarzda temin ederim. Bu da benim hakkımdır.
Bu sırada bana neler söylemezler.:
“- İşte zavallı yine resim yapıyor. Para kazanacağı yerde boyalarla,
fırçalarla uğraşıyor, sonra ekmek parası bulamıyor!”
Doğru, bu bezirganların hakları var. Resim yapmak, resim yaptırmak zengin
cemiyetlerin lüksüdür ve ben leblebiciler arasında bir ucubeyim. Ben
bu kitle içinde onlarca bir deliyim. Nitekim bence de, beni resim yapmaktan
uzak tutan herhangi bir kimse de benim düşmanımdır ve ben de ruhen fakir
bir cemiyetin ve tufeyli zenginliğinin müthiş düşmanıyım.
Benim gibi düşünenler de yok değil. Onlarla buluşunca rahatım. Fakir fakat bahtiyarım. Fakat onlardan ayrılınca yalnız kalıyorum. Düşenin pek dostu yoktur Leblebistanda.
Son seneler, geçen günlerim hep
böyle resim yapmaktan uzak geçiyor. Naçiz benliğim kepaze oluyor. Kafam
orospu çanağına dönüyor.Pek nadirden de felekten bir gün çalıp, kendimi
İstanbul’ un bedesteninde, çarşısında, cami avlularında ve Eyüp mezarlıklarında
bulup resim yapınca, o zaman çocukluğum canlanıyor, benliğim yerine
geliyor. Ruhi banyo almış gibi rahat, sakin bir hal alıyorum. Fakat
bu, çok sürmüyor. Akşam oldu mu kandimi, herhangi bir tellal vasıtasıyla
kiralanmış adi bir odada, kiracılarından yaşayan adi bir evsahibeinin
kira odasında bulunca, tekrar kirleniyorum. Ve pislikten nefret ediyorum.
Bu pisliklerin bıraktığı ruhi esaret, izzeti nefsimi kırıyor, nefret
ediyorum. Tellallarından, odalardan geçinen mahluklardan ve kendimden...
Evet. Bu tarz bir cemiyette, bu zihniyette bir kitle arasında en temiz
iş, şüphesiz ki bir yerde oturmamaktır. Fakat o zaman ad zülfüyare dokunur
hadiseler peyda oluyor. İnsana serseri diyorlar.
Ne ise, lafın kısası, geçen gün felekten bir gün aşırmıştım. Koltuğumda
resim cildbendi ve suluboyam, şöyle pürneşe, kendimi Nuruosmaniye camiinin
avlusunda buldum. Bir kalabalık vardı. Durakaldım. Bir adam bir kartalı
sağ ayağından bağlamış, bir kuruş mukabilinde niyet çektiriyordu. Her
niyetten sonra da kuşa ufacık bir ekmek parçası veriyordu. Kartal şüphesiz
insan gibi ekmek yemezdi. Bunu çocuklar bile bilir. Fakat herhangi bir
yerde nasılsa bu asil mahluk, bu adamın eline geçip sağ ayağını bağlatmıştı.
Ve gagasıyla niyet çekmesini öğrenmişti. Efendisinden ekmek yemeyi de
öğrendikten sonra, asaletini kaybetmişti.
Bu kartal muazzam bir mahluktu.
Herhalde çok açtı. Hem çok aç bırakılmıştı bu esarette ki, gelen geçen,
kuruşu atınca niyeti çekiyordu. Efendisi de hemen önüne bir ekmek parçası
veriyor, lokma daha düşmeden, soluğu kartalın kursağında buluyordu.
Muazzam ve şahane bir mahluktu bu kartal. Doğrusu onun hürriyetini çalmaya
kıyamazdım. Ne güzel bir profili vardı. Çatık kaşlarının altındaki gözler:
- “Ben efendiyim, ben bu pespayelerin baziçesi (oyuncağı) olamam, ben
insanların erişemeyeceği dağların üstündeki bulutların da üstünden uçmaya
alışmış bir mahlukum” diyordu.
Gelen geçen çocuklar, elleriyle onun kuyruğuna dokunuyorlar, mahluku
esaretinde bile rahat bırakmıyorlardı. Bu aralık bir polis, evine bir
paket et almış, dönüyordu. Manzara karşısında durdu. Paketi açtı, içinden
aldığı bir et parçasını kartala verdi. Kartal bu et parçasıyla biraz
canlandı. Ve niyet için atılan kuruşlara bile bakmadı bir müddet. Niyetçi
polise döndü!
“- Çok et yer bu mahluk!” dedi.
“- Hakkıdır, bu onun gıdasıdır!” dedim içimden. “Gıdadır,”dedim. Yine
içimden tabii! Eğer hürriyetini elde edebilse, o da diğer kendi cinsinden
efendilerin yanına dönecekti. Bu zabunkeşlik nümunesi leblebicilerin
emri altında, bu üsera karargahında, bir lokma ekmeğe bağlanıp kırtasiyecilik
yapmayacaktı. Bir kartal gibi, ömrünü sürecekti.
Copyright: Her hakkı saklıdır | grafiksaati.com@gmail.com | gizlilik politikası